Beni hemen yanılgı ile suçlamayınız! Tabii ki, otomobilin, 2001 yılında, Türkiye'deki 100. yaşını kutladığımızı belirtmek istiyorum.
Günün her saatinde, büyük şehirlerimizin; sokaklarında, caddelerinde, köprülerinde, meydanlarında birbirleriyle itişerek ilerleyen ve kaldırımlarına tampon tampona sığışan otomobilli yaşamımızın nasıl başladığını hatırlayanlar artık aramızda bulunmuyorlar. Kültürümüzde yazılı belge bırakma geleneği de çok zayıf olduğu için, önemli olayların oluşunu izlemek bir hayli güçleşiyor.
Anı kitaplarından, bazı gazete ve dergi haberlerinden derlenen bilgilere göre İstanbul'a ilk otomobilin geliş tarihi Sultan II. Abdulhamit'in padişahlığı dönemine rastlamaktadır. 31 Ağustos 1876 gününden 27 Nisan 1909 tarihine kadar, 33 yıl Osmanlı İmparatorluğu tahtında kalmış olan II.Abdülhamit Han, 1901 yılında, İstanbul'a otomobilin girmesine izin veren padişah olma payesini de kazanmış bulunmaktadır.
Bir suikast girişimini önlemek amacı ile kendisini Yıldız Sarayı'nın duvarları arkasıda korumaya alan padişahımız, çevresinin de uyarılarıyla, herşeyden şüphelenir bir kişiliğe bürünmüştü. Böyle bir ortamda, saray ülemâsının ne olduğunu bilmediği, kendi kendine yürüyen bir 'gâvur icadının' İstanbul'a girmesine izin almak gerçekten kolay olmamıştı. Nitekim,Yıldız 'a gelen her türlü arabaların, Saray'a sessizce girelebileceği ihtimalini önlemek için tekerleklerine kaplanan lastik çemberlerin dahi söküldüğü bir dönemde, Sadrazam Ferit Paşa'nın otomobil getirtme isteği bile geri çevrilmişti!
Ama, bütün zorluklara rağmen, her devirde olduğu gibi, Yıldız Saray'ının etkili kişileri, bir pundunu bulup, Abdülhamit Han'dan, önce Basra eşrafından Züheyirzade Ahmet Paşa'ya, sonra da Sarayı'nın Muzikacı Başısı Kaymakam Stravolo'ya, otomobil ithali için izin alabilmişlerdi! Özellikle, Abdülhamit Han nezdinde çok değeri bulunan Ahmet Paşa'nın iki güzel kızının , renkli çarşaflarıyla, üstü açılabilen Renault marka landoda yaptıkları gezintiler o dönemin sosyetesinde uzun uzun anlatılır olmuştu.
Tarih Hazinesi Dergisi'nin Haziran-1951 tarihli sayısında, Sermet Muhtar Alus bir anısını şöyle anlatmaktadır: "Sultan efendilerinin seyir ve seyrana giderken kuruldukları kendi yürür landolar has atlı landoları hatırlatır, arka körüğü açılıp kapanırdı. Kullanan şöföre gelince; kafasında kasket, şakaklarında zülüf, kıvrık bıyıklı bir Rumyozdu! Şöförün lastik kornayı bart bart öttürmesine hacet kalmaz, motorun gürültüsü uzaklardan duyulurdu. Fenerbahçe'yi boylayacakları vakit pataküteler kulakları doldurur, mesirecilerin etekleri tutuşurdu: "Başbelası sökün ediyor!" diyerek etraflarını uyarırlardı. Arabacılar derhal yerlerinden aşağıya atlar, beygirlerin önüne dikilip okun başına yapışırlardı. Ekserisi, atlar ürkmesin diye çalakamçı arabayı güzergâhtan uzaklara sürer, Fenerkulesi'nin dibine, kayık iskelesinin yamacına çekerdi. Arabalardaki hanımların ve beylerin hallerini görmeyin! Çehreleri balmumu sarısı, yürekler hezar yaprağı, eller ayaklar bumbuz! Zira, atlar şakaya gelmez, huylanacağı, kuzu gibi uslusunun bile gemi azıya alacağı tutabilir. Bazıları söylene söylene faytonlardan iner; "Kahrolası otomobiller, selametle gelmez olaydılar!" diye beddua ederlerdi.
Böylece, bugün Bağdat Caddesinde son model otomobillerle yapılan gösterilerin, yüz yıl önce Ahmet Paşa'nın kızlarıyla Fenerbahçe'de başlamış olduğu söylemek pek yanlış olmaz sanırım!
Diğer ilginç bir benzeyiş de, bugünkü bakanlarımızın Mercedes marka makam otomobillerine olan tutkularının 1910'lu yıllarda başlamış olması durumudur! Türkiye Turing Kurumu Belleten'inde yayımlanmış olan bir incelemede Mumin Mustafa şu açıklamayı yapmıştır: "Motorlu vesaitin memleket için mühim bir ihtiyaç olduğunu takdir eden Mahmut Şevket Paşa (...) kabinedeki nazırlara ve Sultan Reşat'a birer Mercedes araba satın aldırmıştı."
Otomobil kullanımının diğer alanlara yayılmasında 23 Temmuz 1908'de ilân edilen II.Meşrutiyetin de rolü bulunmaktadır. Batılılaşma hareketinde ordu ihtiyaçlarına öncelik tanınmış ve ilk kademede Fransa'dan makineli tüfellerle donatılmış Hotchkis markalı otomobiller ithal edilmişti. Silahlı kuvvetlerin motorlu araç kullanmaya başlamasıyla "Birinci Otomobil Taburu" kurulmuş, burada ordu için şöför yetiştirilmeye başlanmıştı. Bu taburda yetişenler, sonra "Sivil Türk Şöför Esnafı"nın doğuşuna öncülük etmişlerdir.
Bu otomobilli dönemin acılı bir anısı Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın, 11 Haziran 1913 günü suikaste uğrayarak otomobilinin içinde vurulup öldürülmesidir. Bu otomobil, halen, İstanbul'da Askerî Müze'de muhafaza edilmektedir.
Yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır ki, 20.Yüzyılın başlarında, devlet ricalinin, büyük elçiliklerin ve birkaç zengin işadamının emrinde çalışan İstanbul?daki otomobil sayısı 200 adetlerin altındadır! Cumhuriyetin ilk yıllarında otomobil kullanımı çok sınırlı kalmış, örneğin gene İstanbul'da 1929 yılında yalnız Vali ile 3.Ordu Kumandanı'na otomobil tahsis edilebilmiştir.
Memleketimizde otomotiv sanayiinin kurulmasına öncülük yapmış olan, benim de "Ustam" Bernar Nahum'un tespitlerine göre; I.Dünya Savaşı'ndan sonra, İstanbul'un işgali sırasında, Amerikalılar, Sirkeci rıhtımında bulunan depolarında "American Foreign Trade" adı altında bir şirket kurmuşlardı. Burada; Ford, Chevrolet, Studebaker markalı otomobiller komisyoncular aracılığı ile piyasaya sürülüyordu. Cumhuriyetin ilânından sonra 1924 yılında otomobil işine girişen ve Ford otomobillerini pazarlayan ilk tüccar Beyaz Rus Aynvefa olmuştur. Otomobil işine giren ilk Türk girişimci ise, 1926 yılında, Reşit Kâtipoğlu'dur. Anadolu'nun merkezi Ankara'da, 1928 yılında otomobil işine giren ilk Türk işadamı ise, o günkü ünvanıyla Koçzade Vehbi'dir. Memleketimizde otomobilciliğin yayılmasına katılan girişimciler arasında; Mustafa Tosun, Altıparmak Kardeşler, Mehmet Rifat, Aziz İzfan, Mustafa Yalman, Kamhi'ler, Nihat Başkut, Trabzonda Sadıkzade'ler, Samsun'da Aldıkaçtı'lar, İzmir'de Giraud ve Alliotti'ler, Adana'da Rasihzade'ler, Gaziantep'te Alevli'ler, Diyarıbakır'da Birecikli Halil, Zonguldak'ta Alişan bulunmaktadır.
Türkiye'de otomobilin tarihçesi incelenirken Ford Motor Company'nin katkısını unutmamak gerekir. 1929 yılında memleketimizde bir montaj tesisi kurmak için gerekli izni alan şirket Tophane'deki depolarda işe başlamışve üretilen otomobil ve traktörlerin bir bölümünü Rusya'ya ihraç etme başarısı göstermişti. Ancak, bir taraftan 1929'da dünyayı sarsan ekonomik kriz, diğer yandan bürokrasiyle şirket yönetimi arasında yaşanan olaylar Ford?un memleketimizi terketmesi sonucunu getirmiştir. Bugün ise, geride kalan 70 yıl sonra, Ford Kumpanyası Gölcük'te büyük bir otomobil yatırım tesisini hayata geçirmek arifesindedir.
Türk otomobil sanayiinin unutulmaması gereken diğer bir gelişmesi de 1966 yılında yaşanmış, "Anadol" markalı otomobiller, "fiber-glass" teknolojisiyle memleketimizde üretilmeye başlanmıştır. Piyasaya çıkışından 35 yıl sonra, hâlâ yollarımızda görülen Anadol'lar, 26.800 liralık satış fiyatıyla o döneme damgasını vurmuş oluyordu. Anadol'un gerçekleşmesiyle yabancı otomobil şirketleri Türkiye'yi izlemeye almışlar, bunun sonucu olarak da, ülkemizde sanayileşme hamlemize büyük güç katan Tofaş, Renault ve çeşitli yansanayi projelerinin hayata geçmesi sağlanmıştır. Bu vesileyle; dönemin Sanayi Bakanı Mehmet Turgut'u, Sanayi Dairesi Reisi Orhan Sorguç'u, Bernar Nahum'u, Ahmet Binbir'i ve Türk Otomotiv Sanayiinin gelişmesine emek veren bütün teknik ve yönetici elemanları burada anmayı bir görev sayıyorum.
Türkiye'ye gelişinden 100 yıl sonra, trafik sıkışıklığı ve kazaları yüzünden daima gündemde kalan ve artık yaşamımızın bir parçası olan otomobil konusunu kapatırken bazı sayısal değerleri de bu yazıma aktarmak istiyorum:
Otomotiv Sanayi Derneği'nin istatisklerine göre, 2001 yılı başında, ülkemizde 4,5 milyon otomobil bulunmaktadır. Bu parkın yaklaşık 1 milyonu İstanbul'da, 600 bini Ankara'da, 325 bini İzmir'de, 160 bini Bursa'da, 150 bini Adana'da ve en küçük park olarak 900 adedi de Tunceli'nde çalışmaktadır.
Orhan Veli'nin "İstanbulu Dinliyorum" şiiri, anılarımızı canlandıran yönüyle, bir çoğumuzun belleğindedir:
"İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; / Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; / Yavaş yavaş sallanıyor / Yapraklar ağaçlarda,/ Sucuların hiç durmayan çıngırakları; / İstanbul?u dinliyorum gözlerim kapalı./
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı; / Bir yosma geçiyor kaldırımdan; / Küfürler, şarkılar, türküler, lâf atmalar. / Bir şey düşüyor elinden yere; / Bir gül olmalı; / İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı."
Orhan Veli, 1947 yılında yazmış olduğu bu şiiri, bugün sağ olsaydı, sanırım dizelerini şöyle değiştirirdi:
"İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı; / Önce hafiften bir korna çalıyor;/ Hızlı hızlı ilerliyor / Otolar yollarda / Şöförlerin hiç durmayan haykırışları; / İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı./
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı;/ Bir canavar geçiyor kaldırımdan; / Küfürler, şarkılar, türküler, lâf atmalar. / Bir şey düşüyor elinden yere; / Boş bir bira şişesi olmalı (!) / İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı."
Aman, siz siz olun, İstanbul'da gözleri kapalı yola çıkmayın !